Yorumcu Yazar : GAMZE YILMAZ
Kar Tanelerine Saklanmış Vedalar ;
Han Kang’ın Veda Etmiyorum kitabı, okuru derin bir içsel yolculuğa çıkaran özgün bir yapıt olmuş. Hikaye boyunca çoğunlukla, Gyongha karakteri birinci tekil kişi anlatımı kullanılıyor. Kitap, Gyongha’nın gördüğü rüyayı anlatmasıyla başlıyor ve okuru hem bireysel acılar hem de toplumsal travmalarla yüzleştiriyor. Zaten Han Kang’ın bir diğer Nobel ödüllü kitabı Vejetaryen’da da sürekli rüyalardan yola çıkılarak olay örgüsü işleniyordu. Bu kez, Gyongha’nın rüyası, karakterin içindeki ağır duyguları çok iyi yansıtıyordu; ağaçlar ve kar bana ölümün ve kaybın sembolü gibi geldi. Bu sahneler, Han Kang’ın olay örgüsüne şiirsel ve düşsel bir hava katmış, okuyucu olarak ben de o anda Gyongha’nın rüyasındaymışım gibi hissettim. Kitabın adı Veda Etmiyorum olsa da, kitapta daha çok anlatılmak istenen şey bence istenmeyen zorunlu vedalar. Kitapta vedalar ikiye ayrılıyor: kendi irademizle seçtiklerimiz ve aklımızın ucundan geçmeyenler…
Kitapta üç ana karakter var. İlk olarak Gyongha; annesini ve babasını kaybetmiş, migreni olan ve bir kıza sahip bir karakter. Ancak kitabın başlarında ailesinden bahsetse de sonlara doğru ne kızından ne de ailesinden bahsediyor. Yani bazı anlatılan şeyler havada kalmış. Bakmak zorunda olduğu ailesi ve işi artık yok; bu durum ona büyük bir boşluk ve çaresizlik hissettiriyor. Yazı yazma hevesi tükenmiş, vasiyetnameyi kime vereceğini bulmakta zorlanıyor. Aynı zamanda Inson’un kuşunu kontrol etmek için Seul’den Jeju Adası’na gitmesi, onun dostluğuna verdiği değeri gösteriyor. Diğer ana karakter Inson ise daha olgun, yetkin ve yaratıcı birisi. Fotoğrafçılık okumuş, ailesinden birçok kayıp vermiş bir kadın. Gyongha onu ablası gibi seviyor ve kitaptaki dostlukları imrendiriciydi. Üçüncü karakterimiz ise Inson’un annesi. Hikayeye dolaylı olarak dahil oluyor; Inson’a anlattığı yaşantıları Inson, Gyonghaya anlatıyor. Bu şekilde, kitabın altını çizdiği olaylar ve geçmişte yaşanan katliamlar okuyucuya aktarılıyor. Özellikle Jeju Adası’ndaki katliam, Inson’un gazetelerden oluşturduğu koleksiyon veya annesinin anlattıkları üzerinden öğreniliyor. Yazar, olay akışının aralarına sürekli karakterin zihninde hatırladığı anıları sıkıştırıyor. Bu durum anlatımı güçlendirirken bazen de olay akışından kopup başka bir şey okuyormuş hissi veriyordu. Yazın ortasında bu kitabı okumak biraz zordu sanırım çünkü kitapta çok fazla kar betimlemesi vardı.
Okuduğum ikinci Kore edebiyatından kitap olduğu için sanırım, yazım tarzı alışagelmişten farklı ve özgündü. Bu yönü hoşuma gitti. Karakterlerin derin iç diyaloglarını okumak ve yoğun detaylı betimlemeler, o anda ve mekanda o karaktermişim gibi hissettirdi. Olayların zamansal örgüsü biraz okurken kafa karıştırıyor. Romandan çok birisinin düşüncelerini not aldığı bir günlüğü okuyormuş gibi hissettiriyordu. Güney Kore’de 1948 yıllarında, Jeju adasında yaşanan katliamlara ışık tutması kitaptaki en etkileyici bölümdü. Özellikle haksız yere öldürülüp, üst üste atılan insanlar duygusal olarak sarsıcıydı. Çoğu ölen insanın ne zaman öldüğü veya bedeninin nerde olduğu bilinmiyordu. Kitapta bu sosyal travmaların; kurbanların açısından betimlenmesi, ders çıkarmak açısından önemliydi.
Beni en çok etkileyen kısım Mokpo Limanı’nda yaşananlar oldu. Nakliye araçlarına binmeye başlandığında, sıraların arkasından ağlayan genç kadının “olmaz olmaz” diyerek bağırması çok üzücüydü. Polis, kadının teknede neden öldüğü bilinmeyen bebeğini ıslak iskeleye bırakıp gitmesini emrediyordu. Kadın bunu yapmamak için dirense de, polisler tarafından araca bindirilmişti. Dipnotu yazan karakter, ne kadar çok işkence çekse de, haksız yere hapis cezasına mahkûm edilse de, o annenin sesini daha çok hatırladığını söylüyordu. Herkesin limanda o ölü beden bulunan kundağa bakarken, sanki bir anda herkesin kalbi aynı anda sızlıyordu. Bu bölüm, insanların istemsiz empati kurmasını ve bir annenin çocuğuna duyduğu sevgiyi anlatıyor. Aynı zamanda o dönemin baskıcı ortamında insanların ne kadar çaresiz bırakıldığını da anlatıyor. Inson’un annesinden bahsederken kurduğu şu cümle de beni çok etkiledi. “Tuhaf değil mi? Annem yok olunca nihayet hayatıma geri döneceğimi düşündüm ama geri dönebileceğim köprü yıkılmıştı.” Bazen bize yük sandığımız, hayatımızı yaşamamıza engel olduğunu düşündüğümüz şeylerin aslında öyle olmadığını, asıl engelin bu düşünce olduğunu çok geç anlarız. Okurken hissettiğim duygu ve çıkardığım ders böyleydi. Bunu fark etmek, kendi hayatımı ve düşünce tarzımı sorgulamama yol açtı. Bana göre kitabın en güçlü mesajlarından biri buydu.
Kitabın sonunda iki kuşun da gerçekten öldüğünü anlıyoruz. Gelişme kısmında her şey belirsizlikle, bir açık kapı bırakılarak anlatıldığı için son sayfaları büyük merak ve aceleyle okudum. Ama hala belirsiz çok detay var. İlk bölümde Gyeongha’nın ailesi ve işi hakkında bir giriş var ama tam olarak neler yaşadığı belirsiz. Nasıl veda ettiğinin, neye göre vedalarını ikiye ayırdığının bilgisi yok. Han Kang’a soru sorma şansım olsa kesinlikle bunu sorardım. Aslında kitabın ana olayı Gyeongha’nın rüyasını Inson’un bir belgesele çevirmek istemesi ve ikisinin dostluğuydu bence. Kitabın sonucunda her şey açıklanmaya başlandı derken yine bir belirsizlik ve açık kapıyla bitmesi benim için hem hayal kırıklığı oldu, hem de hayal kurmama bir fırsat sundu. Kitabın bir devamı olmalıydı hissindeyim.
Genel olarak hikâye anlatımı okuduğum çoğu kitaptan farklıydı. Düzensiz ama bir o kadar da etkileyiciydi. Başta okumaya devam ederken zorlansam da Han Kang’ın cümlelerinde kendimden bir parça bularak devam ettim. Bilim kurgu ve fantastik severler için biraz ağır ve duygu yükü fazla bir kitap olabilir ama farklı bir kültürün edebiyatını merak edenler için kesinlikle önerilebileceğim bir kitaptı.